10 Temmuz 2011 Pazar
Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına, bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara…
Hayatından memnun olan yok, kiminle konuşsam aynı şey…
Her şeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Öyle “yanına almak istediği üç şey” falan yok.
Bir kendisi. Bu yeter zaten.
Her şeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.
Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani her şeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.
Böyle gidiyoruz işte,
Bir yanımız ”kalk gidelim,”
Öbür yanımız “otur” diyor.
“otur” diyen yanımız kazanıyor,
O yan kalabalık zira…
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile
Güvende olma duygusu…
En kötüsü alışkanlık
Alışkanlığın verdiği rahatlık.
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz…
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.
Evlenmeler…
Bir çocuk daha doğurmalar…
Borçlara girmeler…İşi büyütmeler…
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.
Misal ben…
Kapıdaki rex’i bırakıp gidemiyorum,
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki…
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor. Hangi birimizle gitsin?
“sırtında yumurta küfesi olmak” diye bir deyim vardır;
Evet sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler. Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada
Ölüm var zira, ölüme inat tutunmak lazım.
İnadına kök salmak lazım. Bari ufak kaçışlar yapabilsek,
Var tabii yapanlar, ama az. Sadece kaymak tabakası
Hepimiz kaçabilsek…
Bütçe, zaman, keyif…denk olsa,
Gün içinde mesala…Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün. Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler, Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani. Ne saçma…
Bahar mıdır bizi bu hale getiren? Galiba.
Ben her bahar aşık olmam ama. Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç. Ama olsun… istemek de güzel…
Can Yücel
5 Ocak 2011 Çarşamba
20 Kasım 2010 Cumartesi
Muhteşem motivasyon!
26 Eylül 2010 Pazar
Bile bile..
Elimde olmadan hüzünleniyorum izledikçe helede birbirlerine ulaşamayacaklarını ya da ulaşsalarda aynı koşullarda yaşayamayacaklarını bile bile yok oluşları, gönderdikleri saçmasapan şeyleri çok değerli bişiymiş gibi sarıp sarmalanışları sahiplenişleri, bence aşkın tüm salaklığı ancak bu kadar net anlatılabilirdi.
run away too far away..
16 Eylül 2010 Perşembe
11 Eylül 2010 Cumartesi
2 Eylül 2010 Perşembe
Speranza..
Umutluyum ve huzurluyum evet ama daha da önemlisi rotama adım adım yaklaşmanın verdiği heyecanla doluyum. Yeni bir yol kendini henüz belli etmesede bilinmezliğinin verdiği gizemiyle beni cezbediyor. Maceracı ruhum kıpır kıpır, risk almaya korkan tarafım beni uyarıyor.
Yeni hayaller, beklentiler, umut: perdelerimi havalandırarak odamı dolduran mis gibi iyot kokusu, bir yaz sabahı kuşların cıvıltısı, sıcak bir akşam üzeri ağustos böceğinin şarkısı şimdi. Beni içine taa derinine davet ediyor.
14 Haziran 2010 Pazartesi
1 Mayıs 2010 Cumartesi
Öğrenci olmadan yaşamanın flu evrenine giriş!
Öğrenci olunmadan nasıl yaşanacağını bilmiyorum. Çünkü kendimi bildim bileli öğrenciyim hiç bitmeyecekmiş kadar uzun süren yılarda alıştım 'öğrenci' sıfatına, o adeta bendim. Şimdi onsuz napıcam?
Her haziranda tatil geldi diye sevinmek, ilk okulda tatil ödevlerini yapmaktan nefret etmek, zihinden problemler çözmek, bisikletle çamlık turu atmak, sokak köşe başlarında oturup çekirdek çitlemek, ilk aşk, ilk heyecan, yuvarlak olup topluca voleybol oynamak, ilk telefon, şimdi kuruşa dönen kontörü alabilmek için para biriktirmek, geceleri saat birlere kadar sokakta oynayıp laz teyzenin ' ula evinuz yok midur sizuuun' naralarını duyup kıkırdamak, geceleri ölümüne korkulsada saklanbaç oynamak, bunları yıllar içinde geride bırakmış olsam da en çok belki de eylülün gelmesiyle okulun açılcak olmasının hüznünü özleceğim. O aslında ne güzel bir iç sızısıdır. Yazın yaşadığın herşeyin sonuna geldiğini bilmek uzun derslerin ödevlerin dünyasına geri dönülceği sansıcı bunların hepsini deli gibi özleyecek olmak ve keşke senin yerinde olsaydım diyen büyüklerin ne demek istediklerini çok iyi anlamak işte o kapının eşiğindeyken öğrencilik hayatım gözlerimin önünden böylesi bir film şeridi gibi akıp geçiyor.
Öğrenci olmak ne güzelmiş, ne rahatmış, bir günde üç sınava girmeyi bile özleyeceğim aklıma gelseydi o zaman gülüp geçemezdim bile delirmiş heralde bu derdim en iyi ihtimalle.
Bunu söylemek bir gönül borcu galiba bilip bilmemeleri önemli değil ama hayatıma giren herkese, bana verdiği her derse, kattığı her renge, binlerce kez teşekkürler tüm arkadaşlarıma ve öğretmenlerime..
13 Şubat 2010 Cumartesi
İstanbul...
10 Şubat 2010 Çarşamba
Beden değil! RUH!
9 Şubat 2010 Salı
Merkür seni bekliyorum...
31 Ocak 2010 Pazar
Şerefee...!
Budmo!
Kambe!
Prost!
Cin Cin!
Santé!
Cheers!
Şerefe...
Bunun verdiği keyif anlatılamaz.
Aslında bu yazıyı çok farklı düşünmüştüm. Gece yatarken bir anda aklıma gelen fikri çok sevdim. Ama sabah uyanıpta gazeteyi açtığımda gördüğüm yazıyla kocaman bir gülümseme kapladı yüzümü. Yazı başlığım orda karşımda duruyordu. Bazen hayat bana küçük tesadüflerle göz kırpıyor gibi hissetmeme neden oluyor. Ve bir anda tüm düşündüğüm şeyler uçtu gitti.
Şerefe'nin hikayesi anlatılıyordu. Merakla okumaya başladım ve bitirdiğimde yanlış olma ihtimalini yoksayarak hafızama kazıdım olurda bir gün yine bir yerlerde bu ne demek derse biri bana anlatayım diye.
Aslına bakılırsa hakkında hiç düşünmediğim bir kelimeydi, böyle bir hikayesinin olması hatta bir hikayesinin olması bile beni neden bilmem çok mutlu etti.
Çooook eskiden dostlar bir sofrada biraraya geldiklerinde birbirlerine söz verirlermiş. İçkinin etkisiyle her ne yapılır, her ne sırlar dökülürse ortaya bunun o sofrada kalıp sonsuza kadar güvende saklanacağına dair. Ve :
-Şerefine mi?
-Şerefine! derlermiş hep bi ağızdan. Böylece söz akdi de imzalanmış olurmuş.
İşte zamanla şerefine söylene söylene şerefe oluvermişşşş...
Düşünsenize bir sofrada buluşan bu insanlar, yıllarca birbirlerine sadece bir sözle güveni, dostluğu, sadakati ve yakınlığı sunmuşlar.
Sözlere güvenilen, tutulan en önemlisi de demek ki şerefin şeref olduğu zamanlarmış.
Şimdilerde sırtlarımızdan aldığımız bıçak darbeleriyle öylesine sertleşti ki derimiz, tutan kabukların üzerine artık ne saplanırsa saplansın eskisi kadar acı yada şaşkınlık vermiyor. Güvendiğimiz dağlara karlar da yağamıyor çünkü kimseye güvenipte sırtımızı dayayamıyoruz.
Böylesine naif bir sözün verilerek tutulması artık çok eski bir efsane ve malesef hayal.
Zaman zaman kendimle çok çeliştiğimin farkındayım. Fakat bazen bir dostluğa ve sadakate inanma ihtiyacı tüm savunma sistemlerini çökertebiliyor.
İlk haliyle düşündüğüm yazıyı yayınlamadan duramayacağım. Hikayeyi okumadan önce düşündüklerim nedense birden daha da önemli geldi bana.
"Her bir sözcük -Şerefeeee nidalarından sonra kalkan kadehlerden gelen çınlama sesi gibi işledi.
22 Ocak'ta, birbirinden habersiz alınmış aynı işlevli iki hediye verildiğinde, işte o an bir yudum almadan önce, ahenkle çıkan çınlama sesleri arasından yükselen, güzel dilekleri duymuş gibi hissettirdi bana. Biri bir hayata, öteki bir dostluğa adanmıştı.
Hani anlamsızca için kıpır kıpırdır ve mutlusundur ve herbir tokuşturma bir iyi dileği yanında taşır ya şerefe demek de sanki amin demek gibidir üstüne, bütün dilediklerin olsun diye, işte öyle bir andaymışım gibi hissettim verildiklerinde.
Neden bilmem bende o heyecanı, mutluluğu yarattı.
Her birini aldıktan sonra gönlümden kabaran bir çoşkuyla, vaadettiklerinin üstüne Şerefe demek istedim.
Şerefe dostlarım..
Şerefe Hayatımmmmm.."
4 Ocak 2010 Pazartesi
..
Mesela çorba için acıklı bir hikaye anlat, çalışma karşılığı yemek, sahtekar bi adam, bahçede köpek var gibi tüyolar veren şekiller.
Benimde böle tasımı tarağımı toplayıp işaretleri takip ede ede dünya kazan ben kepçe dolaşasım var. Olsa ya..
I wanna be a HOBO!
3 Ocak 2010 Pazar
Teskin edilmeye ihtiyacım var..
Çok güzel ama bir o kadarda plansız bir şehir burası. Evet bazen böyle oluşunu seviyorum ama bazen de gerçekten insanın tahammül sınırlarını çok fazla zorluyor bu durum.
Metro bulunalı neredeyse iki yüzyıl olmuş biz daha yeni yeni inşaatlarına başlıyoruz. Onların metroları raylı sistemleri bir ağ gibi ülkeyi şehirleri örerken bizimkiler dümdüz bir plan üzerinde bir aşağı bir yukarı gidiş geliş olarak planlanıyorlar. Zaman zaman buna da şükür demiyor değilim bari hiç olmazsa yapmaya başladılar bi proje var her nekadar bitişini çocuğumun görme ihtimali warsada.
Madem motorlu araçlarla toplu taşımaya yöneldik bari yollar otobüsler düzgün olsun dime o da yok. Onlar da apayrı bir facia. Yeşile boyayıp üstüne de çevre dostu yazınca çevre dostu olabileceğini havayı kirletmediğini falan düşünen insanlarla yaşayıp bizle dalga geçen bu zihniyetle idare ediliyoruz. E-5 karayolu hiç sebep yokken bir anda çökebiliyor. Köprünün bir ayağı yamulabiliyor yada çürüyüp altından dökülmeye başlıyor ve tesadüfen bana birşey olmaz sözünü hayat felsefesi haline getirmiş yurdum insanının düşen o parçalar üstüne gelmiyor, kimse yaralanmıyor, ölmüyor. Ama bu duruma rağmen alttan yavaş yavaş eriyen köprü tamir edilmesi yada belki kapatılıp yerine yenisinin yapılması gerekirken mantıken böyle olası gerekir değil mi ama ne yazık ki öyle olmuyor. Ve köprünün patlak bölümü demir levhayla kaplanıp kapatılıyor içten içe çürüyerek kaderine terk ediliyor.
İnsan hayatı burda öyle değersiz ki hiç yoktan yere insanlar ölebilir ve evinde oturup benim başıma gelmez diye sıcak koltuklarına gömülen bizler, kendimizi soyutlayarak gerçekten bize olmayacağını düşenebiliriz. Yavaş yavaş herbir yenisini duyuşumuzda dahada kayıtsızlaşabiliriz bu kayıplara. Ve sebep olanlar ceza bile almaz yada aldığı ceza öyle komiktir ki keşke almasaydı bari sanki bizimle biri bizimle dalga geçiyor gibi diye de düşüncelere iter insanı.
Evet burada insan hayatı çok ucuz ama yaşam çok pahalı. En pahalı benzini doğalgazı biz kullanabiliriz en çok vergiyi biz verebiliriz ama değerimiz yoktur işte. Biz sadece gelir kaynağıyızdır.
Her türlü haktan fırsattan yoksun İstanbul'un göbeğinde yaşayıp denizi bile göremeyebilirsin. Bunlar gerçekten olabilir. Okuldan eve dönüşler garanti değildir. Bastığın logar kapağı olması gerektiği yerde olmadığı için kayıp içene düşebilirsin yada bindiğin otobüs bombalanabilir. Gece dışarı çıkmak yürek ister. Her an herşey olabilir. Kap-kaç, darp, gasp.. Ve eğer bunlardan herhangi biri başına gelirse şöyle birşeyide duyman kuvvetle muhtemeldir: -Ne işin vardı gecenin o saatinde orda otursaydın ya evinde...
Burda kaçırılıp tecavüza uğrarsın, tecavüzcünün bir arkasının sıvazlanmadığı kalır. Hatta -Niye o kıyafeti giydin yalnız başına ne işin vardı orda? sen adamı tahrik etmişsin bile denebilir. Evet olur bunlar normaldir.
Biz burda acımasız ilkel insan davranışlarının hüküm sürdüğü, kafalarının içinin örümcek kaynadığı bir yerde yaşarız. Ve en kötüsü bunu her geçen gün biraz daha kanıksarız.
Elimde sihirli bi değnek olsa ve ters giden herşeyi aksine çevirebilsem.
Bir sabah uyanıpta televizyonu açıp haberleri dinlediğimde acı, dramatik, trajik, tranvatik şeyler değil de, sadece sıkıcı ekonomi haberlerini duyabilcek miyim?Bu olabilcek mi? O günler gelebilcek mi?
Galiba bunların gerçekleşmesi artık ancak sihirli değneklere kaldı.
Cevap..
Ben;
- Bu hayatta en çok kendimi seviyorum -Evet
- Kendimi düşünüyorum -Evet
- Önce kendimi önemsiyorum -Evet
- Napıyorsam kendim için yapıyorum -Evet
- Kendi çıkarımı kolluyorum -Evet
Peki ya sen;
- Koca dünya da kendini yapayalnız hissettiğin oluyor mu?
- Sana senden başkasının olmadığını hissettiğin zamanlar gittikçe çoğalıyor mu?
- Yaşadıklarından sonra eğer kendine güvenmiyorsan kimseye güvenip yola çıkmaman gerektiğini hiç düşündün mü?
- Başkasına bağımlı yaşamak istiyor musun?
- Kendini kullandırmaktan hoşlanıyor musun?
Eğer ilk üç soruya evet, son iki soruya hayır cevabını veriyosan dürüst olalım sende biliyorsun ki hayat siyahlar ve beyazlar diye ikiye ayrılmaz bazen daha çok siyah bazense daha çok beyaz ama genellikle ikimizde ortalarda bir yerde o gri bölgedeyiz ikimizde var olabilmek için benciliz!
2 Ocak 2010 Cumartesi
Su yolunu bulur...
Şapkadan yılbaşının kendisi süpriz çıktı...
Ewet tek dileğim bu, bu yepisyeni yıldan: HUZUR!
28 Aralık 2009 Pazartesi
Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bişi Varsa O da...
Hayat çoğu zaman istediğin şeyi ya vermiyo ve onu takıntı yapıyosun ya da verdiğinde istemekten çoktan vazgeçmiş hatta belki onu istediğini bile unutmuş oluyorsun veya bi kıymeti kalmamış oluyo kısaca. Galiba Hayat istemekten ibaret, isteyeceğin şeyler bitince rahatça sona erebilir.
Karmaşık günlerdeyim. Hiç bişi yapmadan günler geçiyo ve ben sürekli olarak bişileri kaçırdığım duygusuyla yaşıyorum bu yüzden hayatımı ve isteklerimi bi düzene sokmaya karar veriyorum ve bir liste yapıp bunları belirleyeceğime kendime söz veriyorum.
Ve tabi ki ne oluyo evet beni birazcık tanıyan herkesinde bilebileceği gibi bunu bile yapmaya üşeniyorum, erteliyorum.
Sonra noluyo istediğim şeyler zaman içinde kaybolup gidiyo karadelik misali tüm heveslerimi yutan tembelliğimin içinde ve yıllar sonra ancak biri yada birileri yaşamdan beklentilerinden isteklerinden yaptıklarından konuşurken aklıma geliyo aaa ewet bende bende istemiştim bende yapmıştım yada yapacaktım bende düşünmüştüm diyorum.
Hayatım yavaş yavaş yaşanamamış pişmanlıklar ve beklentiler silsilesine dönüşüyo. Dur diyomuyum yada diyecek miyim bilmiyorum.
Bu boşwermişliği seviyorum sanırım.